EL MALI <<< Uğur ABCA >>> EL MALI <<<Uğur ABCA >>> Araç merkez ilkokulunda okurken her öğrencinin bardağı ya da kupası vardı. Bunlar genellikle kırılmasın diye naylondan olurdu. Onunla koca kazanlarda kaynayan süt tozundan yapılan sütü içerdik. O yıllarda Araç’ta çok sayıda inek yetiştiriciliği yapılıyordu. Renkli büyük kalıplı peynirler, teneke içinde margarin ve sıvı yağ orman işçilerine dağıtılırdı. Şimdi bu Amerikan yardımlarını alıp evlerine götüren insanlarla birlikteydim. Acaba onları ne yapmışlardı. Kendi ürettikleri dururken bunları her halde tüketmemişlerdir diye düşünüyordum. Niyazi Ağa ile söyleşirken konuyu sordum. Yerinden doğruldu “Ula Öğretmen Bey biz garip bir milletiz. Evde bin bir zahmetle ürettiklerini dök, sevaptır diye kapıya gelene, konu komşuya dağıt. Çektiğin gübre kokusunu bir yana koy. Sabah ayazında ıscacık döşekte yatma yerine ahırda, yabanda uğraş. Ormanın verdiği süt tozundan iyi maya tutuyor diye kendi sütünden yoğurt yap. Helale haram karıştır. Renkli diye peyniri sofranın başucuna, kendi yaptığını sokağa. Tereyağını ekşimezse pazarda sat. Margarin ve mısır sıvı yağına şeherden gelmiş somun ekmekle pek gözel olur diye yumul. Yaptığı traktörü gönderdiği yiyeceği, giyeceği, tohumunu kullan sonrada gâvura söv. Yok ya Hoca biz adam olmayız”. İşte bu son söz bütün ülkede yayılmış bir toplumun itirafı, çaresizliği gibi yüzüme çarpmıştı. Nasıl olur da bu topraklarda bağımsız yaşamak için aile büyüklerimiz Yukarı Araç’tan çıkıp yuvalarını, yavuklularını bırakıp Yemen’e – Çanakkale’ye – İzmir’e koşmuşlar. Ölenler kefensiz toprağa karışmış şehadet şerbetini içerek şehit olmuş, dönenler gazi. Sonrada imece ile Türkiye Cumhuriyetini kurup kendilerine yurt, vatan edinmişlerdir. Şimdi bu adam ne diyordu? “Adam olmayız.” Kafasına bunu yerleştirmek neden, kimin işi ve aklı idi? Ondört numara gaz lambası ışığında yarın ki dersler için plan yaparken, pilli radyomda Yurttan Sesler dinletisi vardı. Sunucu sırada ki türkü “Zeytinyağlı yiyemem aman, basmada fistan giyemem aman” türkünün yöresi ve sanatçısı Anadolu topraklarındandı. Neden tıbbın şifalı dinin kutsal saydığı zeytinden insanlar uzaklaştırılıyordu? Çünkü; Marshall Planı 2. Dünya Savaşı sonrasında 1947 yılında önerilen ve 1948-1951 yılları arasında yürürlüğe konan ABD kaynaklı bir ekonomik yardım paketidir. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 16 ülke, bu plan uyarınca ABD’den ekonomik kalkınma yardımı almıştır. ABD geçmişten beri dünyanın en büyük mısır üretici ülkesidir. ABD birikmiş olan mısır dağlarını eritmenin bir yolu olarak mısırözü yağı ihracatını keşfetmiştir. Marshall yardımının koşullarından biri Türkiye’nin ABD’den mısırözü yağı almasıdır. Buna koşut olarak Türkiye’de ilk margarin fabrikası kurulur. Yine aynı dönemde yüz binlerce zeytin ağacı sökülerek bir katliam yapılır. Kalan zeytin ağaçlarından elde edilen zeytinyağının büyük bölümü ABD tarafından Dolar karşılığı alınır ve mısırözü yağı TL karşılığı satılır. Türk insanı zeytinyağından soğutularak mısırözü yağına ve margarine alıştırılır. Bu amaçla zeytinyağı ısınırsa kanser yapar gibi yalanlar uydurmaktan da geri kalınmaz. Hâlbuki zeytinyağı halk ağzındaki deyişiyle dumanlaşma derecesi en yüksek (en zor yanan) sıvı yağlardan biridir. Bununla da kalınmaz, kötülemek için tıpkı bugün yapılan halkla ilişkiler endüstrisi çalışmaları gibi “Zeytinyağlı yiyemem aman, basmada fistan giyemem aman…” diye türkü sipariş edilir ve ülkenin en popüler türküsü yapılır. Bilmezler mi kutsal kitabımız Kur ’a-ı Kerim de zeytin ile ilgili ayetler vardır.(6-16-24-80-95) Günümüzde de farklı şeyler yapılmıyor. Maden arama bahanesiyle ve imara açma ile zeytin bahçeleri talan ediliyor. Oysaki toprağın üstünde ki zeytin, diğer ağaç ve bitkiler altından da inşaattan da daha değerli gelir getiriyor. Bu toprakların üstü altından daha zengin. Hem de insan sağlığına kazandırdıklarıyla ömrümüzü uzatıyor. Katı yağ /margarine mahkûm edilen halk, 20-30 yılda bir kaşık yağa bile muhtaç hâle getirilir. Halkımız Sümerbank fabrikalarında üretilen ürünler yerine son derece sağlıksız dış bağımlılığı artıran ürünlere yönlendirilir. Basma giyen kadınlar, yabancıların fabrikalarında üretilen plastik giysilerle tanıştırılır… Emprime, jarse, naylon gibi sentetik kumaş vb. rengârenk giysilerle vücudun hava alması kısıtlanarak sağlıksız giysiler üretilir ve bize pazarlanır. Toplumumuz yeni hastalıklarla karşılaşır. Kendi ürettiğimiz pamuktan yapılan ürünler raflarda kalır. Pamuğumuzu da yok pahasına eller alır. Göreve başladığımda babamla annem bana çeyiz düzmüşlerdi. Bunlar içinde el tezgâhında dokunan çul kilimler (eski evimizde tezgâhı vardı) ve Sümerbank damgalı perdem vardı. Bunları halen yazlıkta kullanıyoruz. Bakın 05 Ağustos 2014 tarihli Emekli yaşamın gönderdiği sms (mesaj) “Sentetik giysiler elektriklenmeye neden olacağı için polenleri çekecektir. Alerji mevsimi süresince, pamuklu giysiler tercih edilmesi daha sağlıklı olacaktır. “ Nerede bizim pamuklu üreten fabrikalarımız. Babalar gibi sattılar. Parasıyla yoldan yolunu buldular. Hani o nenelerimizin kül suyunda pişirdiği mısır taneleri. Bostanda közlenen mısırlar. Cabada (toprak güveç çömleği) pişen kokusu tüm evi kaplayan mısırlarımız. Bunun yegâne sorumluları birilerini suçsuz kabul eden, şimdi onun suçlu gördüklerinin danışmanlığını yapan baba ile, Abd’den ayar verenlerdir. 21.yy silaj mısırı ile Amerikan ve İsrail tohumları ile tanıştık. Günümüzde ise tarımsal ve hayvansal üretimimizi dış tohumlarla gerçekleştirmekteyiz. Tohumlarımızın genleriyle oynayarak GDO’lu nesiller ürettiler. Bu günkü vurdum duymazlığımız belki de bu tohumlar sayesinde oluştu!... Kendi tohumundan üreyemeyen her şey, ya tutsak olur, ya da yok olur. |
1689 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |