81 YILLIK AĞIT / KÖY ENSTİTÜLERİ Sene 1935… Cumhuriyet kurulalı 12, Harf İnkılabı yapılalı 7 sene olmuş. Bu dönemde eğitim-öğretim seferberliği yapılmış, bu amaçla Millet Mektepleri açılarak 16-45 yaş arasındaki herkesin okuma-yazma kurslarına katılması zorunlu kılınmış. Gene okuma-yazmanın geliştirilmesi için Halk Okuma Odaları açılmış. Yani “Cumhurbaşkanı olmasaydım Milli Eğitim Bakanı olmak isterdim” diyen Mustafa Kemal Atatürk, halkın okur-yazar olması için ne gerekiyorsa var gücüyle uygulamaya sokmuş, hepsinin de yakından takipçisi olmuş. Ama ne kadar uğraşsa da bir türlü okuma-yazma bilen insan sayısı istediği sayılara ulaşmamış. Bu yılda yani 1935 yılında nüfus 16 milyon, okuma-yazma bilen kişi sayısı ise 2.5 milyondu. Her 7 kişiden sadece 1 tanesi okur-yazardı. Atatürk düşünüp taşınıyor, nasıl olacak da bu cehaletle baş edilecek. Kendince bir formül daha buldu: askerliğini çavuş olarak yapmış okuma-yazma bilen gençler kendi köylerinde eğitmen olarak görev yapacaktı. Hemen talimat verdi, bu projenin başına da özellikle köyde eğitim konusunda araştırma ve çeviriler yapmış İsmail Hakkı Tonguç’u getirdi. Sonradan öğrenciler tarafından “Tonguç Baba” diye anılacak İsmail Hakkı Tonguç İlköğretim Genel Müdür Vekili olarak göreve başladı. İlk etapta orduda çavuş olarak görev almış 85 kişi Eskişehir Çifteler’de eğitime alındı. Burada 6 ay kurs görecek ve köylerine dönüp yöre halkına ve özellikle çocuklara temel eğitim verecekti. Projenin üzerinden 1 sene geçti ve sonuç çok da başarılı olmadı. Anlaşıldı ki çavuşlarla bu iş olmayacaktı. İsmail Hakkı Tonguç şöyle bir fikir sundu: “Köylere öğretmen yetiştirmek için özel bir okul kuralım”. Bu fikir kabul gördü ve çavuşların daha önce eğitmen olarak yetiştirilmesi için açılan Çifteler’de bulunan eğitmen okulu merkez seçildi. Atatürk vefat ettikten sonra İsmet İnönü Cumhurbaşkanı oldu ve kabineyi kurma görevi Celal Bayar’a verildi. Celal Bayar, Milli Eğitim Bakanı olarak mükemmel bir ismi seçti: ömrünü bilime, eğitime adamış Hasan Ali Yücel. Hasan Ali Yücel göreve gelir gelmez İsmail Hakkı Tonguç’un vekalten üstlendiği görevini asli olarak onayarak onu İlköğretim Genel Müdürü yaptı ve kendisiyle sürekli istişare içinde bulunmaya devam etti. Öncelikle bir yasa tasarısı hazırlattı, buna göre ülkeyi 21’e bölüp her biri 3-4 ili kapsayacak köy enstitüleri kurulacaktı. Bu enstitülerde, köyün kalkınması için gerekli öğretmenler yetiştirilecekti. Ancak öğretmen sadece okuma-yazma öğretmekle kalmayacak aynı zamanda köylüye modern tarım tekniklerinden marangozluğa, klasik müzikten hasta tedavisine kadar her konuda eğitim vereceklerdi. Bir anlamda yerel önder aydınlar yetiştirilecekti. Böylece köylerin kalkınmasının sorumluluğu, o bölgenin içinde yetişmiş aydın köylülere emanet edilecekti. Bu, hem geri kalmış bölgeleri kalkındıracak hem de muhtemel bir göç hareketini önleyecek bir projeydi. Hasan Ali Yücel, İsmail Hakkı Tonguç’u ülke içinde araştırma yapması için görevlendirdi. İsmail Hakkı Tonguç yaptığı geziler sonrası enstitü açılması gereken yerleri rapor etti ve yasa 1940 yılında Meclis’e geldi. Meclis’te bazı tartışmalar yaşandıysa da oylamada kimse ret oyu kullanmadı. Ama içlerinde dönemin toprak ağaları da olan bazı milletvekilleri oylamaya bilerek katılmadı. Bu kişiler arasında ilerde Demokrat Parti’nin başına geçecek olan ve Köy Enstitülerinin tamamen kapanmasına onay verecek Adnan Menderes de bulunmaktaydı. Ve Köy Enstitüleri bir bir açılmaya başladı. Daha evvel kurulan dört öğretmen okulu enstitüye dönüştü. Aynı yıl 10 enstitü daha açıldı. Kalan 7 enstitü ise diğer enstitülerin yardımları ile yapılacaktı. Köy Enstitüleri içinde en önemli yer Hasanoğlan Enstitüsü oldu. Başkente en yakın yerde olduğu için gerek siyasiler, gerekse ülkeyi ziyarete gelen yabancılara örnek kurum olarak tanıtma adına burası olacaktı. Bu yüzden daha önce açılmış 14 enstitüden öğrenci grupları temel atma törenine iştirak ettiler. Daha sonra çok ünlü isimlerin mezun olacağı bu enstitüye çok önemli isimler ziyarette bulundu. Mesela daha önce Türkiye’ye gelip araştırmalarda bulunan ve eğitim için rapor hazırlayan ünlü filozof ve eğitim kuramcısı John Dewey 1945 yılında tekrar ülkemize gelip Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nü gezdikten sonra Amerika’da, İngiltere’de verdiği konferanslarda şöyle diyecekti: “Benim düşlediğim okullar Türkiye’de Köy Enstitüsü olarak kurulmuştur”. Peki enstitüde eğitim sistemi nasıldı ya da bir gün nasıl geçiyordu? Enstitülerde gün zeybek havası ile başlıyordu. Öğrenciler her sabah erkenden kalkıp okulun önünde toplanıyor ve güne sabah sporu misali halay çekerek başlıyorlardı. Kahvaltıları daha erken kalkan nöbetçi öğrenciler hazırlıyor hatta fırında ekmek bile pişiriyorlardı. Kahvaltı sonrası serbest okuma saati başlıyordu. Hasan Ali Yücel’in girişimi ile Türkçeye çevrilmiş klasik eserlerin yer aldığı kütüphane her enstitüde bulunuyordu. Bir öğrenci, bir sene içinde en 25 klasik eseri okumak zorundaydı. Hatta şöyle bir güzel anekdot vardır: İsmet İnönü, 1942 yılında ziyaret ettiği Kepirtepe Köy Enstitüsü’nde bir kız öğrencinin yanına gider ve çantasındakileri görmek ister. Öğrencinin çantasından çeyrek ekmeğe konan köfte ve Hasan Ali Yücel’ in çevirttiği dünya klasiklerinden Antigone adlı kitap çıkar. İnönü, şunu söyler yanındakilere: “Görüyor musunuz? Köy enstitülerinde kitap ekmekle bir tutuluyor. Ne zaman Türkiye’de erinden generaline, sade vatandaşından Cumhurbaşkanına kadar herkes ekmekle kitabı bir araya getirebilirse, Türkiye’nin kalkınması daha gerçekçi olacak. Tam bağımsızlık o zaman gerçekleşmiş olacak. İşte Köy Enstitüleri bunun yolunu açıyor.” Okuma saatinde isteyen öğrenciye mandolin, bağlama, keman dersleri veriliyordu. Mesela Arifiye Enstitüsü’nde bağlama derslerini Aşık Veysel veriyordu. Orhan Veli’nin Yol Türküleri adlı şiirinde geçen şu bölüm manidardır: Arifiye! Şoför durdu, Enstitü Mektebi, dedi. Süleyman Edip bey müdürün adı. Bir yol da burada duralım; Ellerinde nasır, yüzlerinde nur, Yarına ümitle yürüyenlere Bir selam uçuralım. Öğleye kadar teorik dersleri gören öğrenciler, öğleden sonra bölgesinde yetişen tarım ürünlerinin yetiştiği alana gidiyor, kendi ekip biçtikleri tarlalarda ziraatçilik yapıyorlardı. Bunun yanında marangozluk, inşaatçilik, berberlik, demircilik v.s gibi zanaat öğreniyolardı. Cumartesi günleri toplantılar yapılır, öğrenciler şikayetlerini ya da dileklerini özgürce dile getirirlerdi. Mesela İsmet İnönü, Hasanoğlan Enstitüsü’nü ziyaret ettiğinde öğrencilerden farklı bir menü önlerine getirildiğinde, öğrenciler arasında bu durumu eleştirenler çıkmış. Cumartesi toplantısında bu şikayetlerini dönemin okul müdürü Rauf İnan’a ilettiklerinde şöyle bir diyalog ortaya çıkmıştır: -Bu okulda ayrıcalık yapılır mı? Rauf İnan cevaplar: – Hayır. – Fakat okulumuzu ziyarete gelen Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye niçin özel yemek verdiniz? – Evet İsmet İnönü bizim Cumhurbaşkanımız ama biz özel yemekleri Cumhurbaşkanı olduğu için değil, şeker hastası olduğu için verdik. Sizin içiniz de de perhizi olanlar var. Nasıl onlara farklı yemek çıkarıyorsak Cumhurbaşkanına da çıkardık. Bu cevap karşısında tüm öğrenciler ikna olmuştur. Rauf İnan doğru söylemiştir, yalan söylemiştir bu kısmıyla ilgilenmiyorum ama Cumhurbaşkanı’nın dahi kendilerinden farklı bir menüye tabi olmasına karşı eleştirel bakışla yaklaşan, sorgulayan öğrencilerin varlığını bilmek ne kadar güzel değil mi? Bugüne uyarlamaya kalksak böyle bir sorgulama, eleştirme mümkün olabilir mi? İsmail Hakkı Tonguç, bu enstitülerde yetişecek kişileri şöyle tanımlıyordu: “Bizce iyi adam demek, iş gören, işi başarabilen adam demektir. İş yapmadan sadece söylenen veya yazan insana biz iyi adam demeyiz, iş görmeyen bir insanın dürüst akıllı olacağına da inanmayız. Böyle insanların bir milleti iyi yola götürdükleri görülmemiştir. Beceriksiz insanlar, hem memleketini sevdiklerini söylerler amma bu boş ve havada bir sevgidir. Çalışan, iş gören insanlar böylelerini sevmezler. Bizce köylü ile iş göremeyen okur-yazar arasındaki ayrılığın sebebi de budur. Memleket işleri yalnız yazıp çizmekle, nutuklar vermekle yürütülemez. Köyün içine girmeli, oradaki yoksuzluklar giderilinceye kadar bizim gibi onlara katlanmalı, köylünün başına üşüşen dertleri el birliği ile ortadan kaldırmalı. Bizimle hem dert hem de sevinç ortağı olmalı.” Tüm dünya ülkeleri tarafından örnek model gösterilen, tamamen milli duygularla hareket eden, öğrencilerine mandolin çalıp Suç ve Ceza’yı okutan, bir yandan tarımla ilgilendirip diğer yandan zanaat sahibi yapan ve 6-7 yılda 16.400 kadın ve erkek öğretmen, 7300 sağlık memuru, 8756 eğitmen yetiştirmiş bu mucizevi kurum “komünist yetiştiriliyor”, “yasadışı faaliyetlerde bulunuluyor” v.s gibi akıl almaz iftiralarla, birkaç toprak ağasının “seçim baskısı”yla kapatıldı. Nasıl mı? Öncelikle hükümeti kurma görevi verilen Recep Peker, Hasan Ali Yücel’i görevden aldı. Sonrasında Milli Eğitim Bakanlığı görevine gelen Reşat Şemsettin Sirer, İsmail Hakkı Tonguç’a ceza kesip görevinden azlettirdi. “Her zaman, her fırsatta köy enstitülerinin arkasında duracağım” diye söz veren İsmet İnönü oy kaygısıyla bunlara göz yumdu ve enstitüler işlevsiz hale getirilirek yerlerini İmam Hatip Liselerine bıraktı. Sonradan gelen Adnan Menderes liderliğindeki Demokrat Parti de tüm enstitüleri zevkle kapattı. Kaderin bir cilvesi olsa gerek “İsmail Hakkı Tonguç’un kurduğu sistemin ve köy enstitülerinin belini kıracağım” diye açıklamalar yapan Reşat Şemsettin Sirer, geçirdiği trafik kazasında belini kırdı ve hayata gözlerini yumdu. Köy Enstitülerine dair en güzel açıklamayı bilim adamı kimliğiyle Nobel’i almış tek Türk olan Aziz Sancar yapmıştır. Kendisine sorulan : “Bölgenizdeki okullar yeterli miydi?” sorusuna şöyle cevap verir: “Maalesef biz memleket olarak her şeyimizi tenkitten hoşlanıyoruz. O dönem okullarımız harikaydı. Olağanüstü öğretmenlerim vardı ilkokulda. Oradaki ilkokul eğitimini burada Amerika’daki en iyi ilkokullarda verirler mi vermezler mi bilmiyorum. o kadar iyiydi.” Peşine gelen soru “öğretmenler mi iyiydi?” şeklinde olunca Aziz Sancar: “Tabii. Çoğu Köy Enstitüleri mezunuydu. Çok idealist insanlardı” diye cevap veriyordu. Rahmetli dedem de büyük yazar Talip Apaydın gibi Çifteler Enstitüsü’nde eğitim görmüş, son derece idealist biriydi. Ben çocukken onun her şeyi bildiğini düşünürdüm ve büyüyünce onu kaybettiğimiz güne kadar düşüncelerim değişmedi! Bana okuma-yazmayı sevdiren, içimdeki yazma aşkının müsebbibi, her fırsatta bildiklerini aşılayan, hayatın her alanında sorgulayıcı bir şekilde düşünmeme vesile olan, çocuklarının eğitimiyle özel olarak ilgilenip hepsinin başarılı bireyler olarak yetişmesini sağlayan bir insanın torunu olmaktan her zaman gurur duydum. Tıpkı benim gibi dedesi ya da babası o kurumlarda yetişmiş diğer insanlar gibi… 81 yıldan fazla bir süredir, belki de kıyamete kadar bu topraklar o enstitülerin kapanması konusunda ağlayacak, hayıflanacak, öfkelenecek ama maalesef o kaçan tren hiçbir zaman bir daha gelmeyecek. (elifgilbazata) |
790 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |